10 Ağustos 2009 Pazartesi

Askere gittik dönücez.

Sevgili blog okuru dostlarımız!

Bendeniz Deli miyim? ve Aydın kardeş bi süre (5 ay kadar) bu civarlarda olamıycaz. 2010 Ocak ortasında falan yeniden yazabilmeyi umuyoruz.

Ama siz yine arada bi uğrayın, biz yokuz diye şaapmayın yani oldu mu? Şu arka tarafa çarşaf yastık kılıfı felan koyduk. Kendi blogunuz gibi gelin, kalın, hiç sorun diil. Zaten Berkhan da bu civarlarda olcak, o ağırlar sizi.

Neyse efem, biz gachalım artık, see yaa soon!

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Erkek çocuğunun g.tüyle imtihanı

Geçen haftasonu Tekirdağ'a gittik. Dönüşte otobüsün en arkasında otururken önümüzdeki ailenin 8-9 yaşlarındaki çocuğuna takıldı gözüm. Baya bi süre izledim elemanı ve şunu anladım ki; "erkek çocukların g.tü ergenlikte oluşur!"

Evet, aynen böyle düşünüyorum. Çünkü bi çocuk, İstanbul'a varana dek, yaklaşık 2 saat boyunca hiç g.tünün üstüne oturmadıysa o uzva sahip değildir benim gözümde. Kopil sağa yattı, sola yattı, amuda kalktı, ama oturmadı be ya! Hayretlerden hayret beğen!

Hatırlıyorum, ben de böyleydim. 11-12 yaşına gelene dek doğru düzgün oturmadım hiç. Yani bu kadar basit bi eylemi gerçekleştiremeyecek derecede özürlü diildim elbette ama belki de gereksiz geliyodu oturma eylemi bana o yaşlarda. Hatta 5 yaşımdan itibaren 1,5 sene falan televizyonu hep ters izledim ben, yarasa gibi. Babam gelir biraz kızardı da öyle düzeltirdim kendimi. Babam gidince aynen ters dönerdim yine. Susam sokağı'nın karakterleri falan hep terstir hafızamda hala.

İnsan o yaşta çok garip oluyo gerçekten. Ayaktan kasığa kadar her yer yara bere içinde, bacaklar çırpı gibi, bi gram et yok, iskeletor hesabı dolaşıyosun falan. Bi de çok şekilsiz oluyo vücudun, zombi gibi bi tip, vıır vızır koşturuyosun bi o yana bi bu yana. Yazık anne babalarda da hep bi telaş; Acaba hiperaktif mi olcak bu çocuk? Bi doktora mı götürsek? sorunsalları falan filan, bilmem ne. Halbuki alakası yok kardeşim. Çocuk lan o çocuk. Heralde abuk subuk şeyler yapıcak, yarıcak kafasını gözünü. Sen ne bekliyosun? Suç ve Ceza okuyup, resim sergisi mi gezsin yani?

Burdan ebeveynlere seslenmek istiyorum: Ağalar, bacılar! Çocuğunuz gayet sağlıklı merak etmeyin. Sizin gibi bütün erkek çocuk sahibi ebeveynlerle aynı telaşı paylaşıyosunuz ama o çocuk pipisini idrak ettiğinde merakı başka yerlere kayıp, hareket kabiliyeti kısıtlanacak hiç korkmayın. Pipi bütün bu dertlerinizin dermanı olacak! Hatta bi süre sonra siz diyeceksiniz "Oğlum çık dolaş bak biraz" diye ama bu kez velet terslicek sizi "Ya bi gidin başımdan, hayat çok anlamsız" falan diye. Halbuki hayatın anlamsızlığı pipinin işlevsizliğinden kaynaklanıcak ama bunu da çok geç anlıcak sizin oğlan.

O yüzden iş işten geçmeden siz anlatın ona gerçekleri, pipisiyle ve hayatla barışık olmasını sağlayın yumurcağın. İlerde de bana dua edin Deli miyim? yazdıydı bunu, sağolsun varolsun diye... Yapın bak bunu, ciddiyim ben.


17 Temmuz 2009 Cuma

Bambaşkaymışsın IKEA!

Geçen gün Uğurum'la yolda yürürkene IKEA'dan muhabbet açıldı. (Nasıl açıldı hiç bi fikrim yok.) Uğur'un dediğine göre IKEA sattığı zımbırtıların bi kısmını İsveç'te, mahkumlara yaptırıyomuş. Yani mapushaneler fabrika olmuş bi nevi.

Ama çok acayip diil mi ya? Adamlar hem üretimi ucuza malediyo, hem de mahkumlara iş imkanı sağlayarak içerdeyken sıkıntıdan birbirlerini doğramalarını engelliyo. Hoş İsveç'teki bi mahkumun işlediği cürümün ne derece ağır olabileceği konusunda da ciddi şüphelerim var benim. Hani adamlar medeni ya, işledikleri suçlar da çok koftiden oluyodur gibime geliyo. Yani ne bileyim, "Arkadaşının sırrını saklamamak", "Annesini babasını üzmek", "Yüksek sesle müzik dinlemek" gibi suçlardan giriyodur heralde ordaki insanlar içeri.


Akabinde bizim memleketi düşündüm. IKEA bu uygulamayı bizde yapmaya kalkışsa, çalıştıracağı adamların içinde tecavüzcü de olacak anasını, babasını, dayısını, hızını alamayıp mahallenin bi kısmını doğramış adamlar da. E nolcak sonra? Bu amcalar mobilyaları felan yaparken en ufak bi tatsızlıkta alacaklar o kalasları geçirecekler birbirlerinin kafasına. O yüzden olmaz bizde bu iş. Ama şu olur; alırsın tecavüzcüsünü, canisini falan, direkman showroom hesabı hapishanede sergilersin mobilya olaraktan. Heriflerin kalastan farkı olmadığı için, kimse de çakmaz vaziyeti, güzel güzel alırlar evlerine bu amcaları.

Buradan IKEA yetkililerine sesleniyorum: "Sevgili IKEA, yaptığınız uygulama çok güzel ama siz kalın orda, topraklarınızda devam ettirin bu uygulamanızı. Sakın buralara falan getireyim demeyin öyle şeyleri. Burda yemez aslanım. Bizim burda Babür abiler var bilmiyosunuz siz. Tam 8 leşi var lan. Ağzınıza dooru bi vurdu muydu 6 ay cıvık s.çarsınız yemin ederim. Akıllı olun bak, uyarıyorum sizi. Bi de şu mobilyalarınızın monte edilme sistemini biraz daha kolaylaştırın tamam mı?" (Bu kısmın Babür'le bi ilgisi yok, tamamen benim şahsi isteğim. Ama eğer yerine getirmezseniz gazlarım Babür'ü yine dövdürürüm sizi olum!)

10 Temmuz 2009 Cuma

6 Adımda tel maşa futbol yorumcusu olma kılavuzu

Siz de televizyonlarda çok tırt maç yorumlamak istiyor ama bunu bir türlü başaramıyor musunuz? bazibiseyler.blogspot.com bu derdinize derman oluyor. İşte sizi 6 adımda başarıya ulaştıracak mucize reçete:

1) Öncelikle alan daraltma, devamlı kanat bindirmeleri, hamle zamanlaması, genel pres rahatsızlığı gibi kendinize has esrarengiz terimler geliştirin.

2) Teknik analiz içeren yorumlardan mutlak olarak kaçının. Maçı sanki canlı yayında diil de Şen Kardeşler Aile Bezik Briç Salonundaymışcasına yorumlayın. Verin elektriği gitsin. Örneğin: "Off be ama ne güzel vurdu di mi erdoğan?" ya da "yalçın ne maç oluyo be" tadında cümleler kullanın.

3) Gelişen pozisyonlarla ilgili olarak abartılı tepkiler verin. Gol olunca "Ooooooooooovvvvuuuu" diye bağırın mesela. (Bu şart, olmazsa olmaz bu.)

4) Dediğim dedik olun. Maçta bişeye taktı mı takın. Bi futbolcu veya teknik direktörü beğenmiyosanız karşınızdaki spikerin iflahını kesene kadar tekrarlayın iddianızı. (Tavsiye edilen tekrarlama süresi: 17 saniyede bir)

5) Futbolcu ve takım isimlerini mütemadiyen yanlış telaffuz edin. Liverpul, Mançester, Tregeze, Kremonesi vb...

6) Kısa ve öz ama bi o kadar yuvarlak cevaplar verin. Örnek diyalog için:
- Brezilya takımı özellikle ikinci yarıda kanatları son derece etkili kullanıyor değil mi?
- Yani.
- Bu ataklar golü getirir mi sizce?
- Getirebilir.
- Derken gol geliyor...Kaka attı ve Brezilya eşitliği sağladı, maç şimdi yeniden başlıyor. Ne dersiniz?
- Şahane gol.

İşte bu kadar basit. bazibiseyler'in hizmetleri artarak devam edecektir.

Bekle beni 329!

Bugün benim için mühim bi gündü. 329. Dönem olarak gerçekleştireceğim askerlik hadisesiyle ilgili sevk evraklarımı almak için işten bi günlüğüne izin alıp Ankara’ya gelmiştim ve ciddi anlamda sayılı saatlerim vardı bu iş için.

Askerlik şubesinin çok kalabalık olmayacağı yönünde geliştirdiğim dayanaksız ve dandik teorime güvenerek sabah 10’a doğru sallana sallana gittim olay mahalline. Fakat? Oy anaaaam... Bi baktım ki şubenin kapısı hınca hınç, millet birbirini eziyo. Hemen arkalara doğru seyirtip sıraya girmeden ordaki fotokopiciye girip gerekli sayıdaki belge çoğalttırma işlemini gerçekleştirdim. Sonra da yandaki pideciye girdim su almak için. Suyu aldım, parayı verdim, üstünü beklerken bi yudum aldım sudan, para üstü gelince de gerizekalı gibi suyu tezgahta bırakıp çıktım dükkandan. Sıraya geçtikten bi müddet sonra farkettim suyu orda bıraktığımı ama gidip “suyu burda bırakmışım ya ben eki eki” diyip tşşak oğlanı olmamak için almadım suyu ordan. Leş gibi sıcakta, doğru düzgün su da içemeden beklemeye başladım sırada. Çok üzüldüm ama o suya, bence çok acı bi olaydı bu.

11’e doğru, içeri girmeden hemen önce Aydın’ı arayıp izahat verdim “çok kalabalık olum burası”, “fotokopileri belgeleri eksik getirme bak” falan filan diye. Çünkü Aydın’ın yüksek lisans dersi olduğu için ancak öğlen gelebilecekti şubeye garibim. Neyse ben sıra alıp girdim içeri. Bankodaki numaralara bi baktım; 17-18-19 falan diyo. Benim numara 79. Offf kabus gibi yarabbim, anlatamam yani size. Memur ve memure kişileri zerre çalışmıyolar artı zerre sklerinde de diil yani bizim durumumuz. Yarım saat sonra, tam bankoda 20 yazarken (yarım saatte 1 sıra ilerlemişti) memurelerden biri “Sistemler gitti arkadaşlar, 1’e kadar yok, öğleden sonra gelin!” diye ciyakladı. “Lan nası? Ne sistemi ola ki bu?” falan demeye kalmadan bi baktım memurlar çıkıyolar dışarı pıtır pıtır. Çaresiz çıktım ben de. İkinci izahat için yine aradım Aydın’ı. Ya sonuçta Aydın ankarada bi insan, yine gelir bi gün halleder ama benim gün yok başka yani. Ama bak, ben "olum hiç gelme bence, sana hayatta sıra gelmez" dememe rağmen adam "olsun olum senin işin için bekleriz" diyip geldi yani. İşte gerçek dostluk bu! Gurur duyuyorum arkadaşımlan şu anda.

Neyse efenim, Aydın da gelip sırasını aldıktan sonra (ki sırası 126 idi. Yani memurlar bu hızla durmadan çalışsa 2 haftada falan gelirdi heralde Aydın'a sıra) çıktık ordan gittik Kızılay’a. Yemek memek derken saat oldu 3. Kafamda “nası hallolcak bu iş” sorunsalı devam ediyo tabi. Tekrardan döndük şubeye. Dönerken Aydın diyo “lan bi bakıyomuşsun bizim sıra geçmiş” ben diyom ”he valla”, gülüyoruz falan. Neyse girdik içeri bi baktık sıra numarası 29. “Aydın” dedim, “tut beni ben bayılıyom”. Hacı 1,5 saatte 9 kişi geçmiş ya! Olacak iş diil, 79’a hayatta gelmez bu sıra...


Tam o esnada sabahtan azcık muhabbet ettiğim Erman adlı kişiyi gördüm bankoların birinde. Yanına gittim dedim “senin sıra gelmiş, hayırlı olsun”. “Sus” dedi, “gel yanımda dur, bu abla halledecek bizim işi” dedi memureyi göstererek. O anda hayatta sevmediğim adamcılık olayına girmek zorunda kaldım maalesef. Aydın’la beraber fırsatçı pijler kervanına katıldık çaresiz. Memure, Erman’la öbür 2 arkadaşın işini hallettikten sonra sıra geldi bize. İçimden “allaam noolur bi aksilik olmasın, allaam noolur bizim iş hallolsun” diye geçirirken sol kulağıma “hocam senin sıra kaç?” şeklinde bi ses geldi. Duymamış gibi yaptım hesapta ama 2-3 tekrardan sonra omzumu sarsarak sormaya başladı eleman “sıran kaç senin?” diye. La olum bi dur! Hayır yani Erman’la o adam tanışmış olsa sabah, şimdi omuz sarsan taraf ben olcaktım belki de. En sonunda nolcaksa olsun lan diyip “bizim işlem dünden kaldı arkadaşım” diye bişey uydurdum g.tümden. Everything is something happened yani hocam, kusra bakma. O anda herifin bana inanmaz gözlerle bakışını ve çaresiz gidişini az çok tahmin edebilirsiniz heralde.

Omuz sarsıcıyı durdurduktan sonra işlemler kaldığı yerden devam etti ve 4' e doğru tamamladık bütün evrakları. Bi de yedek subaylık sınavına girmek için yol parası olarak 8 lira 85 kuruş para verdiler bize şubeden. Birinden duymuştum, suçmuş o parayı almamak hafız, askeriyeye hakaret sayılıyomuş yani bi anlamda. Tabii suçlu durumuna düşmemek için aldık parayı ve sırada bekleyen diğer kurbanlar bize çökmeden hızlı adımlarla uzaklaştık şubeden. Sonra Tunalı’da kahve falan içtik verilen parayla. Artık sınava da yayan gideriz napalım...

Özetle bi acaip gündü benim için bugün. Fiziksel olarak olmasa da mental olarak acaip derecede yoruldum. Ha oldu ha olacak derken inceden psikolojiyi zedeledim sanırsam. Bundan sonra askeriyeyle ilk randevumuz ağustos başındaki sınav olacak. Aydın’la yine çift forvet olarak çıkacağımız bu müsabakada hedef tabii ki galibiyet. Eğer kollektif oyunu sahaya yansıtabilir ve depar kulvarlarına sarkabilirsek ordan da 3 puanla dönmemiz işten bile diil...

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Karayollarında değil, senin kollarında öleyim!

Şu anda bu satırları Ankara'dan yazıyorum sizlere. 2 günlüğüne kaçtım İstanbul'dan, ailemin yanındayım, misss... Ama konumuz bu diil.

Efenim bugün Berkhan insanının ehliyet sınavı varmış. Girdi sınava sonra buluştuk bize geldik. Ama kıpır kıpır bu yolda gelirken. Bişey diyecek de bana diyemiyo bi türlü anladım ben. Neyse öyle öyle vardık eve.

Yemek memek yedikten sonra takılıyodum internette, bi baktım geldi bu. "Hadi hacı" dedi "sıkıldım ben bişeyler yapalım". "İyi" dedim, "sigaram bitti benim, çıkalım dışarı, hem yürürüz azcık hem de sigara alırım ben". "Yok" dedi "arabayla gidelim, hem ben de biraz sürerim". Böylelikle elemanın kıpır kıpırlığının da sebebi anlaşılmış oldu.

Kısa bi süre boş bi alan aradıktan sonra cillop gibi, tam araba sürmelik, riski minimum bi yer buldum. Girdim oraya, durdurdum arabayı, "Geç" dedim "hadi bakalım". Bi an panik oldu bu aniden sorumluluğu atınca üstüne ama bi yandan da deli gibi istiyo biliyom yani. Neyse geçti bu direksiyona ve zamanında benim de yaşadığım, acemiler için bok gibi bi durum olan debriyaj-fren hadisesine girdik. Ama beklemediğim bi şekilde ilk seferde kaldırdı bu arabayı istop ettirmeden. "Aferin lan" dedim ama bunun umrunda değil, o sırada sola ve sağa dönüşlerde arabayı devirmemeye çalışmakla meşgul çünkü yazık.

Ben sürüş boyunca çok müşfik bi tavır takındım allah için. Yıllar önce babamın bana direksiyon çalıştırması sırasında yediğim zılgıtın onda birini bile atmadım Berkhan'a. Çünkü biliyodum bunun ne kadar iğrenç olduğunu, çünkü bizim peder ben arabayı bi türlü kaldıramayınca "Kalk lan kalk, olmayacak bu iş, canına okudun arabanın" dediğinde yaşadığım acıyı bir ben bilirdim. Ama bi kaç yerde de sinir yaptım yani yalan yok. Herif viraj dönerken frene basacağına gaza basıyo arkadaş. Bi de onca asfalt varken durup durup stabilize yola giriyo mesela. Bunları kaldıramadım tabi ben, azcık bağırdım o kısımlarda.

Hava kararırken hala çalışmaya devam ediyoduk. O esnada telefonum çaldı. Arayan bizim peder. Çıkarken demiştik ona da direksiyon çalışacağımızı. "Efendim baba" dedim, "Nerdesiniz?" dedi. "Çalışıyoz baba, geri geri gitmeyi gösteriyom şu anda" dedim. "Bırak geriyi, hava karardı hadi gelin" dedi. Ses tonundaki panik, babamın huzursuzluğunu yeterince hissettiriyodu. "Taam baba, geri geri de bi gitsin gelcez" dedim. "Dönüşte sen sür" dedi. Yazık, yüreği ağzında bekliyomuş adam. Ehehehe...

Çalışmamızı tamamlayıp eve dönerken Berkhan'a "Bak" dedim, "ben kullanırken de izle, hareketlerime dikkat et" dedim, hiç sklemedi beni. Aklı hala arabayı istop ettirdiği anlardaydı besbelli. O sanıyo ki ilk oturuşta Felipe Massa olacak, ağlatıcak asfaltı. Ama o işler öyle olmuyo işte, yavaş yavaş öğreneceksin, bi kaç kez indiriceksn şanzımanı manzımanı ehe ehe ehe.

Günün sonunda Berkhan'ın bugün için benden aldığı notu açıklayarak yazımı bitiriyorum.

Not: 7 (10'luk sistemde)
Değerlendirme: Yollar doç'un, bastır koçum!

2 Temmuz 2009 Perşembe

Neler neler, zeytinyağlı köfteler! (Haziran)

- Bu ay İstanbul'a dönüp yine iş temposuna başladım. Eğitim ne güzeldi halbusi ya! ye, iç, yat...Tek derdimiz akşam yemeğinde ne çıkacağıydı valla...Şimdi koştur koştur git işe, akşam çıkınca ne yiyecem derdi...Off offf offf...Fena...Çok fena...

- Her sabah işe gidiş saatim hemen hemen aynı olduğu için, bindiğim minibüs de aynı oluyo haliyle. Hep aynı şöförle gide gide acaip bi sempati beslemeye başladım adama. Müşteriye karşı gösterdiği ilgi alaka ve sahip olduğu ağır Karadeniz şivesi bunda çok etkili oldu. Ama şimdi gitsem desem adama "Abi ben sizi çok sempatik buluyorum" diye, ne biçim girişir adam bana, ne de güzel kırar ağzımı burnumu di mi? Ben de demiyorum işte o yüzden bişey, içimde tutuyorum. Burdan haykırıyorum sana ey Kadıköy-Kartal hattındaki minibüs şöförü: "Sempatiksin olum sen! Hiç koftiden ağır abi pozlarına girme!". (Ulan bi de bulurmuş herif beni... Nerden bulcak be... Bulamaz bulamaz... Amma korkağım lan di mi? Ehehe...)

- Yeni eve taşındık ay başında... Mezar gibi olan, güneş görmez, şerefsiz eski evden kurtulduk sonunda. Denizi yine göremiyoz ama en azından sabah uyanınca güneş ışığı oluyo evde. Raşitizm riskini azalttık ev ahalisi olarak.

- Geçen gün sokakta yürürken bi velet gördüm 6-7 yaşlarında. Annesiyle yürürken "ben hayatım boyunca hiç scooter kullanmadım biliyo musun anne?" deyüverdi. Ulen zaten senin yaşın kaç başın kaç da hayatım boyunca diye kolpacılık yapıyosun kadına be pij. Bi de duygu sömürüsü tarzında yapıyo yani bunu, hani "bi scooter almadınız lan bana" demeye getiriyo. Bu yaşta bu çakallık...Pes valla...

- Laptop'um için (Geçen ay babalara geldiğini yazmıştım) müşteri destek hattını aradım. Hakkaten de hep destek tam destekti yani. Helal olsun adamlara! Bi program yüklettiler bana internetten, tak diye düzeldi laptop. Teşekkür etmek için arıcaktım tekrardan, sonra sittiret dedim, üşendim. Ama tüm HP ailesine buradan kokulu öpücük göndermek istiyorum. Eyvallah babalar...

- Bu aralar pvc kaplamacılar arttı mı ne sokaklarda? Yani en azından bizim orda. O meşhur sesi pek sık duyar oldum. "Nüfus cüzdanları, ehliyetler, kimlik kartları, kurum kartları ve her türlü kartlarınız pvc ile kaplanır vs vs...". Uff çok iğrenç ya. Acaip rahatsız ediyo ablanın sesi insanı. Ayrıca madem kaydın sonunda "her türlü kartlar" diyeceksin, baştan onca sayıp döküp ne uzatıyosun lafı? Bi de bazen yürürken mecburen aynı hızda gidiyosun pvc kaplamacıyla, 157664 kez duyuyosun üstüste aynı kaydı. En son "Ehh s.kerim lan pvc'ni" diyip deparı basasım geliyo, vazgeçiyorum sonra. Ama ölesiye tiksindim pvc kaplamadan yeminle. Varolan kaplanmış kimliklerimin de pvc'sini sökücem sonunda o olacak...

- Bu ay da iyi içildi arkadaş. Onur sağolsun habire giriyo kanıma. Akşama doğru bi telefon. zırt Taksim'deyim, pırt Kadıköy'de. Sonra gelsin komalar, gitsin havaleler...Piyyyuu...Az içmek lazım az...

- Askerliğe bi ay kaldı dostlar. Ağustos 12'de yaylalar yaylalar... Tek tesellim Aydın insanının da aynı kaderi paylaşacak olması benimle. Eğer sivilde kalsaydın var ya, gece birlikten kaçar tüfengimin süngüsünü dötüne dötüne batırırdım Aydın! İyi ki gidiyon sen de eheheh... Hadi eyvallah...

26 Haziran 2009 Cuma

Yazamıyorum Kardeşim!!!

Tarih 22 Mayıs 2009… Cep telefonum hışımla ve biraz da ürkercesine çalmakta.. Arayan: Deli miyim?


İşte benim bu blogtaki maceram bu andan sonra başladı. Telefonu açıp "Kardeşim naber?" demem ve Deli miyim?'in "Kardeşim blog açtım, sende yaz bi şeyler!" demesiyle başlayan olaylar silsilesi beni 1 aydır için için kemirmekte. Çünkü Deli miyim? telefonu kapatırken inceden tehdit edercesine "En kısa zaman da görücem orda yazını" demişti. O sıralar finallerim olduğundan dolayı bu tehdidi fazla ciddiye almamıştım. "Ulan nasılsa finaller var kardeş zamanım yok yazmaya derim. Finaller bitene kadar da yazacak bi şeyler bulurum elbet" cümlesiyle kendimi avutma konusunda başarıdan başarıya koşmaktaydım. Lakin finaller bitti ama hala yazacak bi şey yoktu bünyemde. Tam o esnada "Abi zaten onlarda bi şey yazmamıştır daha blog’a" cümlesi imdadıma yetişti. 1 hafta daha rahattım. Ta ki bundan 3-4 gün öncesine kadar.


Blog'a bir göz atma maksadıyla tıkladım faremin sol tuşuna, umarsızca.. İşte o anda içimi kemiren, benim "blog yazamamazlığı sendromu" olarak adlandırdığım durum iyiden iyiye kendini fark ettirmeye başladı. Çünkü hem Berkhan hem de Deli miyim? Yazılarını döşemişlerdi sütünlara. Bi şeyler yapmak lazımdı. Bi şeyler karalamak, hiç olmazsa bir paragraf bi şey yazmak lazımdı blog’a. Ama nerdeee? Olmayınca olmuyo arkadaş! 3-4 gün daha kastım kendimi bi şeyler bulmak için ama cık! Dedim Türk’ün aklı tuvalette çalışır, bilerek ishal oldum. Dötü tutamadığımla kaldım afedersin.. “Türk değili miyim ulan ben?” diye bile düşündüğüm oldu bi ara hani... Saçma tabi...


Sonra bi anda Diablo 2 oynarken içimdeki Aydın dürttü böbreğime böbreğime. “Höst lan!” diye bağırmışım o an, hatırlamıyorum. Ormandaki ipne tüftüfçü pigmelerden biri sandım.. Bişey diycekmiş bana içimdeki denyo:


- Şşş olum! Bunu yazsana işte.

- Neyi be?

- Yazamıyosun ya hani.

- Evet yazamıyorum!

- İşte yazamadığını yaz.

- Sebep?

- Hmm onu düşünmedim ben bak. Ama yazamamaktan iyidir herhalde..

- Di mi lan? En azından bişeyler yazdım derim. Bakarsın açılırım sonra, peşi sıra gelir yazılar.

- Sanmıyorum!

- Ben de!...

Oyunu kapadığım gibi açtım Word’ü başladım yazmaya. Yazdıkça hoşuma gitti. Artık içim rahattı. Ben de siftahımı yapmıştım. Deli miyim? laf edemezdi artık. Çünkü bilmekteydim, pusuda beklemekteydi “Niye yazmıyon lan!” diye fırça atmak için. Buna izin vermemiş olmanın hazzı içinde köşeme çekilebilirdim artık. Ve çekildim de…


Ben bu pigmeleri en dandik büyüyle bile öldürsem yeridir..


- Şşşş!!

- Höst layyn!! Olum dürtüp durmasana başlıycam haa..

- Oldu mu şimdi bu yazı?

- Nesi var be işte. Bence süper.

- Sen askerde çok dayak yersin bu kafayla.

- Bişeyi de bi kere beğen be kardeşim.

- İçindeki Aydın olmaktan utanıyorum. Yazıya bak Allah kahretmesin!

- Kaybol!

22 Haziran 2009 Pazartesi

Bir Yudum Mahalle...Bir Yudum Ev sahibi...

Şu anda Üsküdar’da ikamet etmekte olduğum mahalle oldukça acaip. Böyle yaşayan bi organizma gibi sanki. Her an kımıl kımıl kımıldıyo…


Mahallede akla gelebilecek absürt tiplerin hepsi mevcut. Ayrıca tipik emlakçı, tipik manav, tipik bakkal falan da var tam takım olarak. Kapıların önlerinde çekirdek çitleyip yaramazlık yapan çocuklarını tartaklayan teyzeler, malları yayıp dedikodunun belini kıran kızlar ve tabii ki yoldan geçerken onları kesen mahallenin dalyan gençleri de cabası…


Her an bi ekşın ihtimali oldukça sağlam bi mahalle işte dediğim gibi. Örneğin; şu anda bizim bitişikteki binayı yıkıyolar ve bu dün akşamüstü başladı aniden. Oturuyodum evde, bi ses geldi bi çıktım anam o ne! Bi tane buldozer, bi kamyon çatada çutada girişmişler binaya. Bugün, şu saatte de tüm hızıyla sürüyo yıkım. Buldozerin kolu enkazı kamyona yüklerken 30 santim mesafeyle geçiyo bizim duvardan, allaha emanet şekilde, dualar, ayinlerle bitmesini bekliyorum çalışmanın. Hayır bişey diil, bi koysa bizim duvara gece açıkta uyumak zorunda kalıcam, o kötü…


Bi de tüm bu çalışmanın, curcunanın içerisinde metrekareye 3 kişi düşüyo billaha. Adamlar, çocuklar merakla üşüştüler olay mahalline. Ben de pencereden izliyorum onları. Biri ha öldü ha ölecek diye içim içimi yiyo. Ama tutup uyarsam, desem ki “arkadaşım orada durmak çok tehlikeli, kafanız gözünüz uçacak, çekilin ordan”. Alacağım cevap “sanane yapraam, sigtir gir içeri kafayı koyarım sana bak!” olacak. O yüzden hiç elleşmiyorum ben de, ölürlerse ölürler napıyım yani.


Giriş kısmında dediklerim size “Aman efendim öyle otantik, böyle doğal” falan diye, mahalleyi övecek bi yazı yazacağımı düşündürtmüş olabilir ama hiç öyle bi niyetim yok valla. Gayet de sikko bi mahalle çünkü oturduğum yer. Yani en azından bana göre bi mahalle diil. Evet mizahi yönden oldukça malzeme veriyo insana ama hayat da sırf mizah değil be yiğenim!


Neyse işte bu sabah da tüm bu seslerin, absürtlüklerin, bağırış çağırışın içerisinde bi sağa bi sola dönüp uyumaya çalışırken 9 buçuk gibi kapı çaldı bizim. Uykulu gözlerle açtım kapıyı, gözümde lens falan da yok, flu bi adam duruyo karşımda. Hem uykudan, hem körlükten dolayı algılayamadım kim olduğunu. Meğer ev sahibiymiş bizim. Hoş, lensim olsa da algılayamayacaktım çünkü kendisiyle bir diğer ev arkadaşı muhatap olmuştu, ben henüz tanışmamıştım. Ev sahibi böyle sakallı, tıknaz, gözlüklü, yani tipik Üsküdarlı bi amcaydı.


Tanıştık falan ama ben tabi niye geldi anlamadım. Buyur ettim içeri, adam bi hışımla girdi bakıyo sağa sola. Mutfağa girdi, ben de arkasından. İlk lafı “bu buzdolabı burada olmamış” oldu. Aha dedim olaylar gelişecek. “Bunu” dedi “şöyle şu köşeye alın” dedi ama ben uyuyorum hala o esnada. “Hımm olabilir” dedim, “o zaman sonra şeedelim biz onu” dedim ama yok, amca kararlı. “Tut” dedi “şunu alalım o köşeye”. “Yok” dedim, “biz onu almayı denedik, sığmıyo, dışarı taşıyo” dedim. Bu sefer de cebinden çıkardı mezurayı, başladı ölçmeye. Yani hazırlıklı bi düşmanla karşı karşıyaydım ve hala yarı uyur vaziyetteydim. Neyse bu ölçtü biçti, bişeyler yaptı, anladı ki sığmayacak buzdolabı dediği yere. Bende bi rahatlama oldu tabi. En azından buzdolabı eski yerinde kalacaktı bi süre daha.


2. aşamada ev sahibi antrede duran çamaşır makinesine yöneldi . “Burayı sakın ıslatmayın bak, laminant parke hemen kalkıverir” dedi. Benden bi anda kaynar sular boşandı. Çünkü daha dün çamaşır makinemiz dışarı su vermiş, şelale gibi su akmıştı parkelere. Ayağımla şöyle bi yokladım parkeleri çaktırmadan. Harbiden de hafif kalkmıştı bazıları. İnanın var ya orada yaşadığım paniği anlatamam size. Ev sahibi yere baktıkça nasıl kapatıyorum ayağımla parkeleri, nasıl dikkatini dağıtıyom adamın bilemezsiniz. Ama binbir kuntizlikle bu saldırıyı da savuşturmayı başardım.


Ev sahibini yollayıp tekrar yatağa fırlattım kendimi. Tam tatlı uykuya dalacakken zırr kapı yine. Söve söve kalktım açtım kapıyı. Bilin bakalım kim? Tabii ki sevgili ev sahibimiz! “Ya” dedi, “bu buzdolabını çamaşır makinesinin yanına mı alsak” dedi. Ben o anda artık etraftaki gizli kameraları falan aramaya başlamıştım çünkü gerçek olma ihtimali yoktu bunun. Matrixte falandım ben! Sakinliğimi korumaya çalışarak “Yok” dedim, “ikisi birlikte durmaz orda, sığmaz” dedim ama kim dinliyo? Yine çıkardı mezurasını, yine aynı terane ve yine “Yok sığmadı” diyerek terk etti evi.


Tüm bu yaşadıklarımın üzerine oturup düşünmek yerine yine attım kendimi olanca hızla yatağa… Tabii ki aklımda ev sahibi ne zaman geri gelecek düşüncesi… Bekledim… bekledim… ve bekledim… Ne gelen vardı ne giden… Sonra uyumuşum… Gerisini hatırlamıyorum…


NOT: Okuduğunuz bu yazı aslında 13 Haziran'da yazıldı ama bize internetler yeni geldiğinden bugüne kısmetmiş...

10 Haziran 2009 Çarşamba

BOOTMGR is missing, Press Ctrl+Alt+Del to restart

Bu sabah, yine her zamanki gibi iş yerindeydim 8'e çeyrek kala. Arkadaşlarla "bakalım bu gün ne varmış kahvaltıda" diyerek çay odasının yolunu tutmadan önce, bilgisayarımın on-off düğmesine bastım... Bilgisayarımı biran önce açmak zorundaydım; çünkü kullandığım limitli lisanslı programları bir an önce çalıştırmam lazımdı. Fakat o da ne? Bilgisayar açılmadığı gibi aşağıdaki hatayı ekrana yazmış, bana bakıyor. Anaaaam!!!


Dünyanın başıma yıkılması!
Dünden yarım bıraktığım, biran önce tamamlamak istediğim işler!!!
Aylık planı bu defa tutturmak istemek!!!!

;((( Her şeyin birden durması...

Neyse kahvaltıyı yaptım.. Küçük bir peynirli poğaça + çay + kahve.

Tek teselli: hatanın sadece Windows'un boot edememesinden olduğunu bilmek, hard disklere bir şey olmayacağını düşünmek...

Tüm gün 2 mühendisin full mesailerini vermesi bilgisayarımı yeniden boot ettirebilmek için...

Gerçekten bilgisayardaki tüm verilerin, her iki partition'ın da sapasağlam olduğunu görmek...

ANCAK İNATLA BU KAYBOLMAMIŞ VERİLERİ BACKUP ETMEDEN ÇALIŞMAYA DEVAM ETMEK...

Ve gün sonunda (hatta 3 saatlik fazla mesai de var) bilgisayarı boot edememek + eldeki kaybolmamış verilerin de silinmesi...

Ağlamak istiyorum dostlar...

31 Mayıs 2009 Pazar

Neler neler, zeytinyağlı köfteler! (Mayıs)

- Bi belediye afişinde "Temiz çevre, sağlıklı nesiller için çöpleri sızdırmayacak şekilde poşetlere koyup 20:00-21:00 saatleri arasında kapıya çıkartınız." deyü yazıyodu. Baştan sağlıklı nesil falan diye çok soyut ve idealist başlayan afişin gayet somut bi şekilde poşetle, saatle falan devam etmesi...ehe...

- Arabamla askeri bi arazinin yanından geçerken duvarda "Görevini yapmanın huzuruyla ayrılıyorsan güle güle" diye bi yazı gördüm, bi tuhaf oldum. Çok acaip bi aforizmaydı yav, baskı kuruyodu insanın üstünde. Bi an beni bile düşündürdü "ulan yaptım mı görevimi?" diye, askeriyenin dışında olmama rağmen. Değişik.

- Çok yakın arkadaşlarım Elçim'le Önder muratlarına erdiler sonunda. Düğün için Tekirdağ'a gittim, güldük, eğlendik. Tekirdağ köfte de yedim. Özlemişim namussuzu! Elçimmmm, Önderrrr...Seviyorum sizi!

- Geçen hafta otobüste en öne oturdum. Şoför amca yarım saat içinde 6 tane sigara içti. (dakikada 0,2 sigara eder.) Öldüm geberdim, dumanaltı oldum. Sonunda şöyle kibarca bi uyarıyım dedim, tam o anda bi baktı bana, tırstım diyemedim bişey. Öylece devam ettik.

- Yine aynı otobüste adamın biri içeriye fazla bilet sordu. Bi tane teyze verdi bileti ama boşmuş bilet. Adam söylendi bi ton. Kadıncağız da bilemedim diyemedi, sustu öyle. İnsanlar çok asabi bu aralar.

- Lan çok acaip bi rüya gördüm ben bu ay. Elimde silahla boş bi arazide ilerleyip önüme geleni vuruyodum manyak gibi! Bi de hiç sevmem ben öyle silah milah, neyin etkisinde kaldıysam artık. Heralde yaklaşan askerlik beyinde alt metin yarattı. Ufff ne fena...

- Eurovizyonu yine heyecanla izledik evde. Her sene olduğu gibi çok pis geyik döndü. "Hep komşu komşuya oy veriyo ,hiç dostumuz yokmuş" falan diye konuştuk hiç utanmadan. Ay lav örövizyon!

- Laptopumun fanı babalara geldi, hiç bi iş yaptırtmıyo şerefsiz. Uyuz oldum alete iyice!

- Ay sonunda bomba patladı. Onur'la Memo Ankara'ya geldiler. Berkhan'ın da katılımıyla hayvan gibi güldük, eğlendik. beşiktaş maçını da izledik, Onur sevindi bi ton şampiyon olunca. Ben fenerli Memo ve Berkhan cimbomlu olarak mal gibi oturduk tabi. Seneye artık inşallah...Gece 1'de Onur'u bindirdik otobüse yolladık İstanbul'a. Şampiyonluk turuna yetişsin diye parçaladık kendimizi. Güzeldi yav...

- Çalıştığım kurumun verdiği eğitim bitti. Ankara'da veda turlarına başladım. 10 gün tatil, sonra İstanbul'a dönüş...Yehuu!

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Beni tehdit edemezsin türksel!

Bana günlerdir, gençtürksel şifresiyle ilgili olarak tehditler savuran türksel yönetimini şiddet ve eshefle kınıyorum!

Neymiş efendim bilmem ne tarihine kadar geçerli kulüp şifresini kullanabilmem için kontör yüklemem lazımmış. Yüklemezsem kullanamayacakmışım bidi bidi bidi...
Hiç sordunuz mu "kontör yükle diyoz ama bu çocuğun durumu var mı acaba" diye? Bi güne bi gün "naber aslanım, nasılsın? Var mı bi ihtiyacın" dediniz mi? nerdeeeee...

Şimdi de kalkmış kontör yükle diye baskı yapıyosunuz. Ama duuurr... Az kaldı, bi kaç mesaj daha gönderirseniz yığıyorum bi kamyon adamı genel müdürlüğün önüne. Üstelik hepsini de kulüp şifresinin geçerliliği dolmak üzere olanlardan özenle seçicem. Hırsla, hınçla dalacaklar binaya.

Bana istemediğim şeyler yaptırtmayın lan! Hırr...

(Demin de Avea bize geçin diye mesaj atmış, o da ayrı bi deli!)

26 Mayıs 2009 Salı

Onlar sadece bir film istediler...


Hava yeni yeni kararıyordu...

Akşam yemeği yendikten hemen sonra insanlarr arasında oflayıp puflamalar, ne yapsak ne etsek zerzenişleri başlamıştı yavaş yavaş. Ne de olsa yapılacak işler tamamlanmıştı ve artık gecenin devamını getirecek atraksiyon belirlenmeliydi...
Takriben 10 dakka sonra kalabalıktan biri usulca fısıldadı:

- Sinemaya mı gitsek?

Bir anlık bir sessizliğin ardından kalabalık fikri onaylamıştı...Artık geri dönüş yoktu, gecenin ekşını sinema olacaktı besbelli...

Apar topar giyinilip çıkılmıştı dışarı. Kısa bir yürüyüşün ardından taksi durağına varıldı ve taksiye binilip alışveriş merkezinin yolu tutuldu. Herşey olanca sakinliğiyle devam ederken artık hava iyiden iyiye kararmış, gecenin pusu olanca sakinliğiyle çökmüştü.

Alışveriş merkezine varılır varılmaz hızlı adımlarla sinema gişesine yürünüp filmlere bakılmaya başlandı. "Şuna mı gitsek?", "yok be o film sikkoymuş", "Bak bunda falanca oynuyo", "amaaaaan ben sevmiyom o herifi beeaa" şeklindeki, takribi 10 dakkalık tartışmanın ardından bir anda o malum afiş bir güneş gibi doğdu: "Haftanın Filmi: Tetikçi 2, sadece 5 TL." İşte tam o anda, sanki 2 saattir, adeta dünyanın en matah sinema eleştirmeniymişcesine birbirlerine verip veriştiren kendileri değilmiş gibi, tüm gençler ağız birliği etmiş gibi haykırdılar:

- İşte buna gidelim! Hem bu 5 teleymiiiiş!

Evet...Ne yazık ki ucuzluğun cazibesi her zaman ki gibi ağır basmış, tüm değer yargıları bir anda darmadağın olmuştu. Bir allahın kulu da çıkıp "E be .mına koyim ucuz da nasıl acaba?" dememiş, diyememişti. Örselenmekten korkmuştu belki de, gruptan dışlanmaktan, hor görülmekten, hatta cemiyetsiz kalmaktan korkmuştu...

Ve artık geri dönüşü olmayan yola girilmişti...Bu film izlenecekti. Çünkü 5 TL'ydi, fukara dostuydu. Beyzaperdeye hasret bünyelerin ilacı, sinemaya ajların kankasıydı. Canlardan bir candı tetikçi...

Filmin başlamasına henüz 2 saat olduğu için, hepsi arkalarından tüfekle kovalayan varmış gibi dağıldı alışveriş merkezinin dört bir yanına. Kimisi fikirsizce mağazaları gezdi, kimisi kitapçıya girip ilgisini çeken kitapların önce arka tarafını sonra da inceden içindeki sayfaları okumaya başladı hiç utanmadan, fırsatçı gibi. Kimisi de aç karnını doyurmak için yemek katına doğru seyirtti...

En nihayetinde zamanı gelmişti. Dağılan grup adeta sözleşmiş gibi aynı anda sinemanın önünde birleşti ve hızlı adımlarla sinema salonuna doğru yürüdü topluca. Oturacak yerler bulunup iyice yerleşildi. Başlarına geleceklerden habersiz zavallı gençler filmin başlamasıyla beraber düştükleri hain tuzağı anlamışlardı ama artık çok geçti...

Evet... Onlar Dünya'nın en siktiriboktan filmine girmişlerdi. Hem de kendi istekleriyle... Filmin 10. dakkasında başrol oyuncusunun, filmdeki başka bir karakterin çok afedersiniz dötüne pompalı tüfek sokup tehditler savurmasıyla başlayan karnaval kah meme ucu kesmelerle, kah araba çarpması sonucu darmadağın olan bünyelerle, kah alevler içinde yanan ademoğullarıyla sürüp gidiyordu... Başrol oyuncusu ise adeta bir cep telefonu gibi çalışmaktaydı. Zira bu kişi filmin başında kalbi çalındığı için (evet yanlış okumadınız! Kalbini çalıp yerine böyle modem portu gibi bir şey takmışlardı) kendini elektrikle şarj edip doldurmakta, doldukça vur ha vur insan öldürüp tekrar boşalmakta, boşaldıkça koşa koşa trafolara atlamakta, ellerini kollarını arabaların çakmak girişlerine falan sokmaktaydı. Filmin geri kalan kısımları ise göt-göbek kombinasyonlarıyla değerlendirilmiş, erotizmin dibine değdirilmişti...

Talihsiz gruptaki cins-i latif bünyeler midelerini tutup kusmamaya çalışırlarken er kişilerden bazıları da mala bağlamış durumdaydılar. Filmden çıkmayı düşünen bu zavallıları bekleyen 2. acı sürpriz ise alışveriş merkezinin 22:00'da kapanmış olmasıydı. Tanrım bu nasıl bir çaresizlikti. "Ulan belki düzelir film ileri ki sahnelerde" umuduyla beklenen 2 saatin sonunda ise filmin pat diye, alakasız bir şekilde bitmesi tüm olan bitenlere tüy dikmişti adeta. Elde kalan tek şey ise tanesi 5 TL'den alınmış 8 adet biletti...

Son tahlilde hayatta kalabilmiş olanlar koşarak çıktılar alışveriş merkezinden. Bu günah gecesi bitmeliydi artık. Gecenin şahitleri gözleriyle birbirlerine bir söz verdiler: Soranlara bu geceden hiç bahsedilmeyecek, "yok olum ne alakası var, biz o gün sinemaya gitmedik ki hem, arka bahçede çay içiyoduk" denilecek, ısrar edenlere ise olay üstünkörü anlatılıp geçiştirilecekti.

Sinemadan dönüldüğünde, ilk taksiyle dönen elemanların, ikinci taksidekilere taksimetrenin kaç para yazdığını sorması dışında kimse birbiriyle konuşmuyor, herkes filmle birlikte kirlenmiş ruhlarını gizlemeye çalışıyordu. En başta "sinemaya gidelim" diyen eleman ise ihalenin kendisine kalmasından ölümüne korkuyor, bu yüzden sesini soluğunu çıkarmıyor, sinsi gibi oturuyordu sandalyede. Kimileri ise yavaş yavaş başka şeylerden bahsederek konuyu dağıtmaya çalışıyor ama bir süre sonra, muhabbet tıkanınca "eheh ehe he" diye gülmesini yavaş yavaş bitirip sessizliğe gömülüyordu.
Bu böyle olmayacaktı. Böyle sürüp gidemezdi! Biri çıkıp bu ızdırabı sona erdirmeliydi...

Ve en sonunda o mucize ses duyuldu:

- Lan çok kötüydü film be!

Artık herkes huzur içinde uyuyabilirdi...

22 Mayıs 2009 Cuma

Facebook bazen ne biçim ya!

Böyle bişeye kızıp yazı döşenme hadisesini seven bi insan diilim hiç. Hatta yapanlara da inceden kıl olurum ama şu Facebook'daki uygulamalar artık dimağımın sınırlarını zorluyo arkadaş. Yaratıcılıktan tiksindiriyolar insanı hiç utanmadan.

Bana bu yazıyı yazdıran, son damla niteliğindeki şey ise "Bakalım Arka Sıralarda Hangi Karaktersin?" adlı akıllara durgunluk veren, mükemmel uygulama oldu.

Çok afedersiniz de eşşeğin ski karakteriyim yani. Böyle efendi efendi otururken insanı çığrından çıkartıyolar. Bununla da bitmiyo hadise. "Bakalım" dedim ve kabul ettim daveti korku ile heyecan arasında bi duyguyla.

Karşıma çıkan sayfadaki 4 soruluk testin sadece ilk sorusunu yazıcam ve beni anlayacaksınız, valla bak aynen yazıyorum:

1) Yolda çetenle birlikte yürürken karşı çeteyi gördün ne yaparsın?

Ve muhteşem şıklar:

a) Bakışırım Baktımki Olay Çıkıcak Alırım bi Sopa s... Sülalerini
b) Bakışırım Karşı Taraf Olay Çıkarırsa Bende Dalarım
c) Bi dk Düşünmem Dalarım
d) Direk Dalarım
e) En Yakın Kebabcıya Gider Karnımı Doyurur Öyle Gelirim Aç Aç Dayak Yemek Olmaz :D
f) Geçip Giderim
g) Selam Verip Giderim Olay Çıkmaması İçin Elimden Geleni Yaparım

Şimdi analiz edelim:

1) ilk olarak arkadaş dilbilgisi konusunda zayıf. Bağlaç -ki ve dahi anlamındaki -de bitişik yazılmış. Ama bu onun en masum hatası.
2) c ve d şıkları anlam olarak aynı, ayrı ayrı şık olmaları saçma. Ama bu da mazur görülebilecek bir olay.
3) e şıkkından sonra :D ifadesini görüyoruz. Yani komiklik de (bak bu -de ayrı yazılır işte) yapayım demiş, ama komik olmamış. Olabilir.
4) Kızılması gereken asıl nokta ise bu anketi hazırlayan tenyanın iş edinip böyle gereksiz bir olaya girişmesidir. Sen buna desen ki (bak bu -ki de ayrı) "Hadi dostum bak artık aya çıktık, muhasır medeniyet seviyesindeyiz" bu tutar "bakalım ayda hangi kratersin" diye uygulama hazırlar sana. Çünkü yapısı böyle bunun, değiştiremezsin.

Test sonucunda da "Kemal Hoca" diye biri çıktım. Google'a sordum, efendi bi kişi gibi duruyo, kendisini tenzih ediyorum.

Facebook camiasında Türk kullanıcı sayısının çokluğu nedeniyle Türkçe aplikasyonlar arttı, bu yüzden de bu tip salak davetler arttı ben bunu çok iyi biliyorum.

Mesela "Çete Savaşları" diye bi uygulamanın üye sayısı, İngilizce iken 50.000'miş, Türkçe dil desteği eklenince 1.000.000 oluvermiş bi anda. Vay babayın kemiğine. Ama bu 950.000 amcama desek ki "Şu Afrika'daki açlara üç beş kuruş ateş et de, karınları doysun gariplerin" kimbilir nasıl uzaklaşırlar ortamdan.

İşte her girdiğimde böyle bi sürprizle karşılaşıyorum Facebook'ta. Bak dur yazıcam bi kaç örnek, üşenmeden bakıcam siteye.

Bak bi kaç örnek:
  • Aslında hangi takımlısınız? ("Aslında" ne ya?)
  • Psikopatlık dereceni ölç
  • Hangi pokemonsun?
  • Nasıl bir Atatürkçüsün?
  • Hangi ünlü şarkısın? vs vs...

Gördüğünüz gibi pokemonlardan Atatürk'e kadar çok geniş bir yelpaze söz konusu. Bunlardan sonra umarım demek istediğimi anlatabilmişimdir. Tamam Facebook'da güzel şeyler de oluyor. Örneğin açılan "Cause"lar sayesinde binlerce insandan bağış toplanıyor açlık problemi, Darfur için falan ama site zaten yuğtup 2 oldu. Bi de üstüne bu aplikasyonlar gelince hayattan eksiliyorum.


Yapmayın, sayın türk kullanıcılar, çok rica ediyorum, birlik beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günlerde biraz daha yavaş olalım. Arada bi çıkalım Facebook'tan, server rahatlasın, bi nefes alsın...

Blog Yazma Sanatı


Pek sevgili, saygıdeğer okuyucularım.


Bugün sizinle birlikte günümüzün trend hadiselerinden biri olan "Blog yazma" konusunu irdelemeye uğraşacağım. (Bu "sizinle birlikte" klişesini de yazdım sonunda.)

Şimdi efenim bu blog yazma işinde en önemli, en birinci nokta bloga başlayabilmektir esasında. Ben biliyorum böyle saatlerce kıvranıp da iki kelam yazamayan bazı kişiler var. Hep de aynı yalanı söyler bunlar. Şöyle ki:

- Bugün biraz daha düşüneyim de yarın kesin başlıyorum bloga.


Hadi ordan yalancı. Külahıma anlat sen onu. Erteledikçe ertelenir bu iş, benden söylemesi.

O yüzden napıcaz; saçma sapan da olsa aklımıza gelen ilk şeyi yazıcaz hemen bloga ki, boş duran blogdan kurtulalım, psikolojimizi sağlam ve motivasyonumuzu yüksek tutalım. Di mi?

ikinci önemli nokta ise; şayet komik blog yazmak istiyosak komiklikleri dozunda yerleştirebilmek sayfaya.

Bazı bloglar görüyorum, çok üzülüyorum. Böyle her kelimede espri çabası, her yazıda bin bir şakalar. Ne gereği var diyorum kendi kendime, ne-ge-re-ği-var! Sen normal normal yaz bakalım yazını. Zaten komik bi insansan okuyanlar yazılarına gülerler ve:

- Lan bu falanca da ne biçim bi adam, şakalarına öylesine gülüyorum ki...

derler, çevrelerine de mutlaka okuturlar o yazıları sen merak etme. Çünkü hastalık bizde bu. Yuğtupta bi video beğeniriz anında 5 milyon kişiye yayarız, izlemek istemeyeni çekiştire çekiştire götürürüz monitörün başına, kafasına vura vura izletiriz. Ya da eğlenceli bulduğumuz bi yazı okuruz, hemmen yaldır yaldır forward ederiz millete, tıka basa doldururuz tüm eşrafımızın mail kutucuklarını bunlarla, herkesin okuduğundan emin olana kadar da sorar soruştur, yemeden içmeden kesiliriz.

Lan çok dağıldı konu be öf!

Neyse işte yani beğeniliyorsa kendini parçalamana gerek yok. Komik bulmuyorlarsa da sağlık olsun be müdür! Yönelirsin başka mecralara, bu ekonomi olur sinema olur, ne bileyim işte attırırsın bişeyler ortaya, önündeki maçlara bakarsın. Elbet birini beğenirler sonunda. Ekstradan her an espri bombardımanına, şaka trafiğine girmeye hiç gerek yok bence.

Üçüncü ve son önemli nokta ise pazarlama kısmı. İşte bu noktada devreye çakallık giriyo maalesef, eğer:

- Ben hayatımda hiç çakallık yapmadım bikerem, hiç de sevmem öyle şeyleri.

diyosan tam burada hemen bırak okumayı.
Önceki 2 maddeyi uygula sen. Okuma lan!

Evet geri kalanlarla devam edelim biz. Ne dedik, pazarlama kısmı önemli.

Bugün internet camiasına bi bak, her bi yer link verebileceğin sitelerle dolup taşıyo. Onlara yazabilirsin blogunun linkini.

"Ama ben onu yaptım yaaa!" diyosan etrafında sitesi mitesi olan elemanlara aç mevzuyu. Ama ama ama! Sakın şu:

- Hey blogumu okudun mu? Eğer hala okumadıysan doğrusu büyük kayıp dostum, zira öylesine şakalar var ki, o kadar olur yani! Bi göz atmanı tavsiye ederim meh meh meh...

insanlarından olayım deme. Çünkü bu tavır senin blogunu bi anda Girilmemesi Gereken Bloglar Top 10 listesine sokar ki bunu istemezsin di mi? İstemezsin tabi.

O zaman napcaksın? Arada bi bahsedip, arada es vereceksin. Merak uyandıracaksın. Yeri gelecek:

- Yeaa aslında çok bişey yok ama beğeniyo işte millet yeaa.


diye sallıcaksın elemana doğru oltayı. Bir yemez iki yemez, ama sonunda dudaklarından şu sihirli cümleler dökülecektir:

- Tamam o zaman abi, koyuyorum siteye senin blogun adresini izninle.

Bingo
! Gözlerin parladı di mi serseri seni!

Evet başardın! Ama bu cümleye vereceğin cevapla da karizmadan asla ödün vermemelisin. Yani şöyle bişey söyle işte:

- Abi ne gereği vardı, iyi neyse koy bakalım, hem senin site için de reklam olur.

Niye böyle bi cevap verdin? Çünkü sen o ortamda, uğrunda ölünüp, divane olunan, milyonların sevgilisi bir blog yazarısın unutma!

Bundan sonra ver ayarı gitsin! Artık en kötü ihtimalle 10 kişi tarafından düzenli takip edilen bi blog yazarısın. Sen yaz onlar okusun, onlar okudukça sen yaz! Gül gibi yaşayın gidin.

Haydi şimdi durma koş!

(Hişşş hacı, bu arada yazıyı beğendiysen benim blogu da yazarsın di mi sitene? Doğrusu inanılmaz şeyler yazıyorum, bu yüzden bence herkese söylemelisin. Meh meh meh...)

Yazan: Prof. Dr. Osman Blogspot

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Tanıtım Şeysi


Eveeeeeeeeeeeeet...


Sonunda bu ortak blog hadisesine biz de girmiş bulunmaktayız efem. Herkes kendi blogunda yazsın yazsın da nereye kadar? O yüzden en güzel bişey bu blogda yazmak aklımıza gelenleri dedik ve öbür genç arkadaşlarımız acaip meşgul oldukları için bu girizgah babındaki boktan yazıyı girmek de bana kaldı.

Şimdilik 2 kişi ama ilerleyen zamanlarda umuyorum ki 2'den büyük asal ve asal olmayan kişiyle tam bu noktada içimizden gelenleri yazıcaz sevgili okur. Buraya yazmayıp da kendi bloguna yazanı da çok pis afişe edicem burdan ona göre. Hatta ben kendi bloumdaki yazıları falan hep sildim yani o derece. Varımı yoğumu vericem buraya vericem buraya!

Blogumuzun açılışını burada noktalarken, tüm internet camiasını saygıyla selamlıyorum.